Modern şehir hayatının bize sağladığı imkanlarla hayatımızın inanılmaz bir hızla kolaylaştığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Ve elbette edindiğimiz kolaylıklara karşılık bir bedel ödememiz gerekiyordu. İşte tam bu noktada modern dünya, kulağımıza doğru eğilip şöyle fısıldadı: Yok öyle üç liraya beş köfte… Madem ben senin hayatını kolaylaştırıyorum, benim sayemde erişemediğin imkanlara erişiyorsun… Bunun bir karşılığı olmalı.
Karşılığı da şuydu: Her gün şehrin bunaltıcı karmaşasıyla boğuşacaksın. Bu kalabalıkla, bu gürültüyle, bu yorgunlukla her gün sanki bir şövalyeymişçesine savaşacaksın.
Acı gerçek şu ki maalesef hiçbirimiz Spartaküs değiliz. Ne kadar güçlü, ne kadar sabırlı, ne kadar dirayetli olursak olalım bazı zamanlarda şehrin bunaltıcı karmaşasına yenik düşüyoruz.
Bazı zamanlar şehir yaşantısının beraberinde getirdiği koşuşturma ve giderek artan sorumluluklar çığ gibi büyüyerek bizi kronik yorgunluk seviyesine getiriyor. Neyse ki bu konuda çaresiz değiliz. Böyle anlarda, şehrin üzerimizdeki tahakkümünden sıyrılıp doğaya dönmek, doğayla bütünleşmek ve sadece doğanın sesine kulak vermek o kadar iyi geliyor ki bize…
Sen misin bizi savunmasız bırakmaya çalışan güç ve iktidar hırsıyla yanıp tutuşan modern dünya? Doğamız var bizim, doğamız. Doğayla iç içeyiz. Yani evimizle. Özümüzle.
Doğayla bütünleşmenin en bilinen yollarından biri, takdir edersiniz ki, doğada kamp yapmak. Kamp yapmanın şöyle uzlaşmacı bir yanı da var hem: “Yani ben öyle pat diye tüm şehir hayatımı silip atamam ama doğayla olan ilişkimi de canlı tutmak istiyorum… Doğayı seviyorum. Doğaya saygılıyım. Şehir ortamındaki günlük yaşantımda da doğayı gözeten düşünme ve davranış biçimleri geliştiriyorum.” diyenler için müthiş bir aracı.
Kamp yapmaya karar vermek demek doğayla yazılı olmayan bir sözleşme imzalamak aslında.